2 Mayıs 2012 Çarşamba

Yazamıyorsan, birşeylere inancını yitirmişsindir.

Bir masanın başında saatlerce oturup kendini çalışmaya motive etmeye çalıştığın anlarda cümleler yağar, sen onca damladan kaç tanesini yakalayabilirsin ki küçücük ellerinle, yazamazsın... Akıp gidenler hayatın temposunda ısınıp buharlaşır, toplamaya çalıştığın zihninin alçak basıncında yükselir yükselir ve dolu olup yağar tepene yazamadığın ne varsa... Başkalarının değil senin kendine anlattıklarına inanmak zor geliyorsa başlar gündem değiştirme oyunları, yazamadıkların fırtınaya dönüşür içinde. Yüzleşmenin hiçbir halta yaramayacağını düşündüğün anda kaplumbağa gibi kaçarsın içine, dilin zihnindekileri değil gündelikleri söyler sığlara demir atarsın. Yalnızlık paylaşılmaz evet ama paylaşmamak yalnızlıktır (bkz. antisimetrik bağıntı).

Yazamıyorsan, ya barışamamış ya da alışamamışsındır.

Yeniye alışmak eskiyle barışmaktan daha kolay derler hep ama eskinin içinde yeniye alışmak çok daha zormuş, büyüyünce öğreniyor insan. Hiçbir şey bıraktığımız gibi kalmıyor, ama hep kendinden başlayan insan döndüğünde iyileşme bekliyor, lakin değişim de görelidir herşey gibi, zaman içinde her birey biraz yol kateder ama okların yönleri biraz karışıktır... Sana göre geriye olabilir yani. Vicdanın hala seninleyse diğerleri ruhunun pusulası gibidir aslında, onlara bakıp nerde olduğunu anlarsın, ve hangi yoldan hiç geçmediğini, ve hangi rotayı hiç bilmediğini... İşte bu rasyonel saptamalarla duygu dünyası bir olmuyor ne yazık ki, insanın insana olan ihtiyacı tüm hedeflere ulaşmayı zorlaştırır, geciktirir. Bir yerde alınan derslerle sevgimiz adına gösterdiğimiz bağışlayıcılığın dengeleri arapsaçına döner.

Yazamamak daha ağırdır konuşamamaktan..

3 Ocak 2012 Salı

Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi


Düşünüyorum da,
sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek...
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
naif yönlerimizin keşfedilmesi,
cesaretsizligimizin anlaşılması,
korkularımızın paylaşılması
sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız...
...Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
...
Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna
el kaldırmaya kıyamaz?
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım
karşımdakine.
O da çözülecek belki.
Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.
Oysa bir görebilsek bunu.
Kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak.
İncinsek, yaralansak.
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu.
Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez.
...
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman fark edeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, sartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.


Rabindranath TAGORE